Bu tür yıkımların ardında, halkın sahip olduğu etnik, kültürel, dini değerlerin kentten silinerek, savaş sonrasında toplumsal değişim için zemin oluşturmak yatıyor. Çünkü bir kent, mekânsal hafızasıyla ancak geleceğe izler taşıyabilir; eğer bu hafıza yok edilirse toplumun aidiyet duygusu da zarar görür.
Bosna-Hersek, Şuşa, Filistin, Suriye gibi bölgeler, bu anlamda örnek verebileceğimiz yerlerdir. Bu olguyu ifade etmek için kullanılan terim ise “kentkırım”dır. Bu, yalnızca bir şehri yok etmek değil, o kente ait her olguyu da öldürmek demek.
Savaşlar sırasında kentlerin tahrip olması, yıkıcı ve sosyal etkilere yol açıyor.
Bu durum, kentin sadece tahrip olmaktan öte asıl hedef haline gelmesi durumunda farklı bir boyut kazanıyor. Eğer amaç, kenti tamamen yok etmekse o zaman karşımıza tahribattan ziyade “kırım” kavramı çıkar. Bu, insanların etnik kökenleri, dilleri, dinleri nedeniyle topluca öldürülmesi gibi kentin de aynı sebeplerle, değerleriyle birlikte bilinçli bir şekilde ortadan kaldırılması anlamına geliyor.
Bu yeni olgu literatürde “kentkırım” olarak adlandırılıyor. Aslında İngilizce bir terim olan “urbicide” kelimesi, dilimize Ruşen Keleş tarafından “kentkırım” olarak geçti. Kentkırım kavramını kısaca bir kentin etnik kültür, dil, din gibi toplumsal değerlerinden dolayı bilinçli bir şekilde yok edilmek istenmesi olarak tanımlayabiliriz. Bugün ise Gazze için yapılanların bir kentkırım olduğu kabul ediliyor.
Bir kentin maruz kaldığı yıkımların “kentkırım” olarak adlandırılabilmesi, içindeki niyet faktörüne bağlıdır.
Herhangi bir yıkımın kentkırım olarak nitelendirilmesi, kavramın önemini kaybetmesine yol açabilir. Bu terimin bir suç olarak tanımlanması savunulsa da bakıldığında olumlu ve olumsuz koşullar etrafında bir sonuca varıldığı söylenebilir. Olumlu bir anlamda kentkırım, bir şehirdeki eski ve bakımsız alanların canlandırılması ve modernleştirilmesi anlamına gelirken olumsuz anlamda ise çok şey ifade ediyor.
Soykırıma uygulanan cezadaki gibi kentkırımın da hukuki bir karşılığının olması gerektiği de işte bu yüzden savunulanlar arasında. Bu kavramı basit bir şekilde anlatacak olursak, öncelikle dünya genelindeki örneklere göz atmak gerekiyor. Mesela 1967’den bu yana Filistin’in yerli halkına, özellikle de Arap ve Müslüman topluluğuna karşı bilinçli bir politika uygulandığı inkâr edilemez bir durum.
Bugün bile yolların yıkılması, elektrik kesintileri ve vatandaşların evlerinden zorla çıkarılması gibi uygulamalar devam ediyor. 12.000’den fazla evin yakıldığı da bunun kanıtı. Evleri yakma eyleminin arkasındaki amaç da halkı belirli bir bölgeye toplamak ve bölgeyi kontrol altına alarak Müslümanları Batı Şeria’dan uzak tutmak.
Buradaki süregelen kentkırımın hedefi kentteki izleri tamamen yok etmektir.
Filistinlilere ait konut projeleri, okullar, yollar, kanalizasyon şebekeleri ve geri dönüşüm merkezleri gibi belediye alt yapıları bilinçli bir şekilde ortadan kaldırıldı. Gazze dışında Cenin, Refah, Balata mülteci kampları, Nablus kenti, Beytül Ahim, Batı Şeria kentkırım örnekleri olarak karşımıza çıkıyor.
Günümüzde de devam eden kuşatmalarda camiler, okullar ve binlerce yapı yıkılıyor. Bu terimi, yapılaşmış çevrenin, hedef alınan toplumun toplumsal ve kültürel dokusunun kasıtlı olarak tahrip edilmesini ifade etmek için kullanıyoruz. Özellikle 2000’lerden itibaren, İsrail’in kentkırımı konusundaki en çarpıcı ve yıkıcı örnekleriyle karşılaştık; hâlâ da karşılaşıyoruz. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Cenin, Nablus ve Beyrut, bu dönemin en çarpıcı örneklerindendi. İsrail ordusu, kentkırım süreçlerinde yapılaşmış çevre üretiminin tüm unsurlarını askerîleştirdi: Buldozerler artık askeri araçlar hâline gelirken duvarlar mahalleleri böldü.
Şu anda da yaşanan bu operasyon, fiziksel binaları değil; aynı zamanda toplumların ve kültürlerin dokusunu da etkiliyor. Bunun yalnızca bir kentin yıkımı olmaktan ziyade bir topluluğun kimliğini ve tarihini ortadan kaldırmayı amaçlayan bir strateji haline geldiğini de görebiliyoruz.
Gazze’de evlerin yıkılması, altyapının tahrip edilmesi ve sivil yerleşim alanlarının doğrudan saldırılara maruz kalması şeklinde kendini gösteriyor.
Gazze’de yaşananlarda, insanların günlük yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli olan temel altyapı unsurları, okullar, hastaneler gibi yerlerin hedef alındığı haberlerini her gün görüyor, duyuyoruz. Bu durum, sivillerin yaşam koşullarının zorlaştığı, güvenli bir ortamdan yoksun kaldığı ve temel haklarının ihlal edildiği anlamına geliyor. Kentkırımın Gazze’de devam etmesi, bölgeyi bir toplu imha sahasına çevirdi.
Kentkırıma yalnızca kentin tahribi olarak bakmak doğru bir bakış açısı olmayacaktır. Çünkü bu durum, beraberinde binlerce insanın göç etmesine, sürgüne ya da bu gibi olumsuz pek çok duruma neden oluyor. Üstelik yalnızca insanlar için değil; savaşa bağlı yangınlar, bombalar ve silahlar canlı ekosistemine de zarar veriyor.
O yüzden kentkırımın yanında bir ekokırımdan da söz etmek gerektiğini unutmamalıyız. Diliyoruz ki bu ‘kırım’ dünyanın her yerinde bir an önce son bulur.
Filistin ve İsrail ile ilgili diğer içerikler: