Kişisel internet sitesinde yayımladığı yazılarıyla dikkat çeken Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, Japonların uzun ve mutlu bir ömrü hedefleyen yaşam felsefesi Ikigai’yi ele aldı.
İnsanların bu kadar çok sevgi ve mutluluk arayışı içinde olmalarına şaşırmıyor değilim. Ben mutluluğu daha küçük yaşlarda şanslı olduğuma inanarak, her şeyi iyi tarafından görerek, ama tabii kötü ihtimalleri de hesaba katarak yani kısaca Allah’a sığınmakta, onun emirlerine göre yaşamaya çalışmakta, güzel bir aile kurmakta ve onlarla huzurlu bir yaşam sürdürmekte, güzel arkadaşlıklarda ve hedef koyarak çalışmakta buldum. Sanırım bu yüzden böyle arayışlar bana değişik geliyor. Hatta bu tür kişisel gelişim kitaplarını okumuyorum, uzak duruyorum. İçinizden “Ben de senin kadar zengin olsam, zengin ailede yetişsem ben de mutlu olurdum.” dediğinizi duyar gibiyim. Trol ruhlar, lütfen deneyin siz de başarabilirsiniz mutlu olmayı! Ama “laf sokmaktan” mutlu olacaksanız, hodri meydan.
Ben zenginliğe doğmadım, babam ben büyürken zengin oldu. Ama mutluluğun, mutlu hissetmenin sadece parayla, imkanla olacağını sanmıyorum. Mutlu yaşamayı öğreten kitaplar her yerde, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada çok satıyor.
Şehirleşme, sanayileşme, modernleşme, dinlerin günümüz yaşam şartlarına uzak kalmaları, yeni nesil ve günümüz yaşam problemlerine çözüm teklif etmemeleri… Bunlar günümüz insanlarını çeşitli arayışlara itiyor. Arayış çoğu zaman başka yabancı bir yaşam biçimine, ya da yaşam felsefesine dayanıyor. İkigai’de bunlardan biridir. Kitap dünyada 2 milyon adet satmış, okuyuverdim, pek kalın da değil… Bakalım neler düşündüm..
Hector Garcia ve Francesc Miralles tarafından kaleme alınan ve uluslararası 2 milyondan fazla satılan bu kitap Japon yaşam felsefelerinden biri olan İkigai’yi anlatıyor, bizi Japonların uzun ve mutlu yaşam sırrı ile tanıştırıyor. Bunun için örnek olarak Japonya’nın Okinawa takımadalarında yaşayan dünya üzerinde yaş ortalaması en yüksek olarak bilinen halkın yaşam sırlarından yola çıkıyor. İnsan ömrünün 100 sene ortalamasından da yüksek olduğu Okinawa halkının sırrı günümüzde şöhretini Okinawa’dan binlerce kilometre ötelere kadar taşımaya başlayan; İkigai. “İki” hayat, “Gai” de amaç, gaye anlamlarına geliyor. İkigai’yi kısaca kelime olarak; “Hayatın Amacı” olarak tanımlayabiliyoruz. Aslında “her zaman meşgul olmanın mutluluğu” olarak da tercüme edebileceğimiz bu felsefe Okinawa’da sağlıklı beslenme (Japonya’nın olağanüstü bir antioksidan etkisi olan bir meyvesi olan shikuwasa’nın çoğunun geldiği yer), açık havada sade bir yaşam, yeşil çay ve subtropikal iklimin (ortalama sıcaklık Hawaii’ninki gibi) yanı sıra yaşamı şekillendiren anahtarlardan biri.
Japonlar herkesin bir ikigaisi olduğuna inanıyor, her sabah yataktan kalkmaları için bir sebepleri bulunuyor. Bazı insanlar kendi ikigailerini hala arıyorlar, oysa onu içlerinde taşıyorlar. Bu kişilere ilham vermeyi hedefleyen bu kitap kendi ikigainizi keşfetmeniz için gerekli tüm bilgileri veriyor. Aceleci davranmamanızı, hayat gayenizi keşfetmenizi, ilişkilerinizi canlandırmanızı ve kendinizi tutkularınıza adamanızı öneriyor. Yazarlar bu önerilerin Dan Buettner’in kitabında tanımlanan beş Mavi Kuşak bölgesinde de beslenme ve egzersiz ile beraber uzun yaşamın anahtarı olarak görülebileceğini ifade ediyor. Bu beş bölge arasında Okinawa dışında, Sardinya (İtalya), Loma Linda (Kaliforniya), Nicoya Peninsula (Kosta Rica), İkeria (Yunanistan) yer alıyor.
Japonların ikigai felsefesi 4 elemente dayanıyor: Sevdiğin, iyi olduğun, insanlığa hizmet eden ve para kazandığın bir şeyi yaparsan varoluş sebebine ulaşırsın.
Japon kültüründe emeklilik kelimesi bulunmuyor. “Ölmek istiyorsan emekli ol” gibi meşhur bir deyimleri bile var. Ne olursa olsun, sağlıkları el verdikçe işlerini hevesle yapmaya devam ediyorlar, özetle “işleyen demir ışıldar” felsefesi hakim. Japonya’da uzun, sağlıklı ve mutlu yaşam sürüldüğünü nüfusun demografik yapısına bakınca anlıyoruz. Uzun ve sağlıklı yaşam ancak birden fazla faktörün bir araya gelmesiyle mümkün oluyor. Sağlıklı bir yaşam felsefesine uyarak yaşamak, sağlıklı yemekler yemek, spor yapmak ve işini severek, sıkılmadan yapmak. Uzun bir yaşam olacaksa, ancak bir yaşama amacı ile dünyada geçirilen süreyi anlamlı ve yararlı bir biçimde geçirebiliyoruz. Eğer yaşlı, hasta, yorgunsanız Japonlar, az da olsa insanın kendisini meşgul ederek küçük küçük işler yapmasını öneriyor. Bu sayede insan dinç ve meşgul kalabiliyor. Emekli olmama ve aktif bir yaşam sürme, iyi dostluklar kurma, %80 oranında doyarak sofradan kalkma, her gün egzersiz yapma, günümüzü aydınlatan her şeye şükranımızı sunma, doğa ile yeniden bağlantı kurma, gülümseme, anı yaşama gibi eylemler de ikigaimizi bulma yolunda bize yardımcı oluyor.
Mens sana in corpore sano (Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.) deyişi ile sağlıklı bir yaşam tarzının gerekliliği olan fiziksel egzersiz gibi, zihinsel egzersizin de beynin formda kalması için büyük önem taşıdığı anlatılıyor. Yeni bilgilerle karşılaşan beyin yeni bağlantılar yaratıyor ve canlanıyor. Collins Hemingway ve Shlomo Breznitz’in “Maximum Brainpower: Challenging the Brain for Health and Wisdom” kitabına göre zihinsel eğitim, her gün yeni bir şey öğrenmek, oyun oynamak ve başkaları ile etkileşimde bulunmak, zihnin yaşlanma karşıtı stratejileri için gerekiyor.
Kaliforniya üniversitesinde çocuklarından birinin hastalığına bağlı olarak yüksek stres seviyeleri olan 39 kadından veri alıp bunları, sağlıklı çocukları ve düşük stres seviyeleri olan kadınlardan aldıkları numunelerle karşılaştırıyorlar. Stresin, hücresel yenilemeyi ve hücre yaşını etkileyen telomer adlı hücre yapısını zayıflatarak hücresel yaşlanmayı hızlandırdığını keşfediyorlar. Stres ne kadar büyükse hücreler üzerindeki yıpratıcı etkisi de o kadar büyük oluyor. Teorik olarak stres düşmanca ortamlarda hayatta kalmayı sağlayan yararlı bir tepki. Alarm anında adrenalin ve kortizol salgılanarak bize zorluklarla yüzleşme imkanı veriyor. Ancak zamanla yıpratıcı etkiye neden oluyor. Sürekli acil durum depresyona sebep olabiliyor, sinirlilik, uykusuzluk ve kaygı haliyle yüksek tansiyon yaratıyor.
Yazarlar stres azaltma yönteminin esas dayanağı olarak benliğe odaklanmak gereğinin altını çiziyor. Alışkanlıkla koşullanmış olsalar bile tepkilerimizin tamamen bilincinde olmak için onları fark etmemiz gerekiyor, bir anlamda otomatik pilotu devre dışı bırakmamız gerekiyor. Bunun bir yolu da meditasyon, solunum egzersizleri ve yoga.
Açık ve net bir ikigaisi olan herkes ne olursa olsun tutkularını takip ediyor, strese karşı direnç gösteriyor, cesaretlerini kaybetmeden hedeflerine odaklanıyor. Duygusal direnç sağlamak için Budizm ve stoacılığın hazzı, duyguları ve arzuları kontrol etmeye yönelik felsefelerinden yardım alınabiliyor. Olumsuz duygulara teslim olmama, kontrol edebileceklerimizi ve edemeyeceklerimizi bilmek en önemli teknikler. Antik Roma’nın en zengin adamlarından biri olan Seneca aktif bir stoacı (*) olarak olumsuz duyguları uygulamaya koyuyor ve bu olumsuzluklara karşı teslim olmama prensibini uyguluyordu. Sahip olduğumuz her şeyin ve sevdiğimiz herkesin bir gün yok olacağını unutmamak ama karamsarlığa kapılmadan anı sevmeye konsantre olmak gerekiyor. Güzelliği mükemmellikte değil, kusurlu ve eksik şeylerde aramak gerekiyor. Wabi-sabi çevremizdeki dünyanın değişken ve kusurlu doğasının güzelliğini gösteren bir Japon terimi. Bu yüzden Japonlar kırık bir çay fincanına büyük değer veriyor.
Direncin daha da ötesi anti-kırılganlık olarak tabir ediliyor. Bunu sağlamak için hayatta yedekler yaratmak gerekiyor. Örneğin tek bir yerden para kazanmak yerine hobilerden, diğer işlerden de para kazanmaya çalışmak, arkadaşlıklarda ve kişisel ilgi alanlarında da yedeklere yer açmak önemli. Bazı alanlarda tedbirli bir şekilde bahis oynarken bazı alanlarda daha küçük riskler almak da önemli. Son olarak sizi kırılgan yapan şeylerden kurtulmak gerekiyor.
Çok oturmak hipertansiyona, dengesiz beslenmeye, kalp damar rahatsızlığına hatta bazı kanser türlerine yol açabiliyor. Kitap biraz çaba ve değişiklikle kolayca daha çok hareket etmeye başlamayı öneriyor. Bunun için verdiği öneriler arasında işe yürüyerek gitmek veya günlük kısa yürüyüşler, asansör yerine merdiven kullanmak, abur cubur yerine meyve yemek, çocuklarla veya evcil hayvanlarla oynamak ve iyi uyku yer alıyor. Egzersiz yapmak ve hayattaki tersliklerle baş edebilme yeteneği kazanmak uzun yaşamın sırları olarak veriliyor. Beden, zihin ve ruhu dengeye sokan doğu disiplinleri Yoga, Çigong ile Tai Chi güç, haz, dinginlik sağlıyor. Yine, İkinci Dünya Savaşı öncesinden beri var olan Rajio Taisou (rajio radyodan geliyor çünkü o zamanlar talimatlar radyodan iletiliyor) Japonların sabahları yaptıkları ısınma hareketleri. Temel amaçlarından biri katılımcılar arasındaki birlik ruhunu desteklemek olan bu hareketleri istatistiklere göre Japonların %30u her sabah 5 dakika yapıyor.
Özellikle uyku sırasında üretilen melatonin daha uzun yaşamaya yardımcı oluyor, bağışıklık sistemini güçlendiriyor, kansere karşı koruyucu bir unsur içeriyor, alzheimer başlangıcını yavaşlatıyor ve doğal insülin üretimini destekliyor. 30lu yaşlardan sonra azalan melatonin üretimini dengeli bir beslenme düzeni ve kalsiyum ile, her gün güneşe çıkarak, yeterli miktarda uyuyarak, stresten, alkolden, tütünden ve kafeinden uzak durarak telafi edebiliyoruz.
“Okinawa diyeti” balık (haftada 3 kez), en az beş porsiyon meyve ve sebze içeriyor. Tipik öğeler arasında tahıllar, tofu, miso, ton balığı, soya filizi, biber ve yeşil çay, yasemin çayı bulunuyor. Nadiren şeker tüketiyorlar, tüketirlerse de şeker kamışından elde edilen şekeri tercih ediyorlar. Bir Okinawalının günlük ortalama alımı yaklaşık 1.900 kalori. Bu, tipik bir Amerikalı tarafından tüketilen ortalama kalori miktarından önemli ölçüde daha az. Ayrıca Japonya’nın geri kalanının neredeyse yarısı kadar tuz tüketiyorlar: ortalama 12 grama kıyasla günde 7 gram.
Özetle:
-Daha az şeker,
-Daha az tuz,
-Düşük kalori alımı,
-Porsiyonları küçültüp sofradan biraz açken kalkmak,
-Zaman zaman oruç tutarak vücudu dinlendirmek gerekiyor.
Okinawalılar Hara Hachi Bu adı verilen bir Konfüçyüs öğretisini de uyguluyor. Hara Hachi Bu, “yüzde 80 doyana kadar ye” anlamına gelen geleneksel bir Okinawa deyişi. Buradaki fikir, tıka basa doyana kadar yemeye devam etmek yerine, artık açlık hissetmediğinizde yemeyi bırakmanız gerektiği.
Bu yemek felsefesi, hazımsızlık ve diğer sağlık sorunlarına yol açabileceğinden, kendinizi çok tok hissetmeden yemeyi bırakmanın daha iyi olduğu inancına dayanıyor.
Yavaş yiyin – Hızlı yemek daha fazla yemekle sonuçlanır. Yavaşlarsak, dikkatli oluruz ve vücudumuzun bize artık aç olmadığımızı söyleyen ipuçlarına yanıt vermesine izin veririz.
Yemeğe odaklanın – Yemek yiyecekseniz, sadece yiyin. Bu şekilde daha yavaş yer, daha az tüketir ve yemeğin tadını daha fazla çıkarırsınız.
Küçük kaplar kullanın – Daha küçük tabaklarda yemeyi ve uzun, dar bardaklar kullanmayı tercih ederseniz, beyniniz daha fazla porsiyon yediğine inanır.
Uzun ömür konusunda Guinness rekorunu elinde tutan Ogimi’de söylenen bir şarkının sözleri şu şekilde aktarılıyor;
Erken yat, erken kalk, sonra yürüyüşe çık.
Hoşlandığın her şeyden az az ye.
Her günü sükunetle yaşa ve keyfini çıkar yolculuğunun.
Arkadaşlarınla iyi geçin.
Parmaklarının ne kadar yaşlandığına takılmamak işin sırrı, onları çalıştırmaya devam ettirirsen, kutlarsın yüzüncü yılını.
Logoterapiden İkigaiye
Viktor Frankl’ın psikoloji ekolü olarak logoterapi tanımı şöyle: “Yaşamak için bir neden bulmanıza yardım eder.” Logoterapi sürecinde kişi kendini boş, öfkeli, kaygılı hissetmekten adım adım hayatının amacını keşfetmeye, yeni keşfettiği yaşam tutkusuyla engelleri ve üzüntüleri yenmeye doğru bir yolculuk yapıyor. Frankl’a göre hayatımız amaçsız kaldığında hissettiğimiz varoluşsal öfke, olumlu bir şey ve değişim için katalizör. Kişinin kendi kaderini değiştirmek için yardıma ihtiyacı olduğunda, hayatının amacının keşfetmek ve bu doğrultuda çatışmaların üstesinden gelmek için rehberliğe ihtiyaç duyduğunda devreye logoterapi giriyor. Man’s Search for Meaning (İnsanın Anlam Arayışı) kitabında Frankl, Nietzche’nin ünlü özdeyişlerinden birini alıntılıyor: “Yaşamak için nedeni olan herkes, her türlü nasıla katlanır.”
Sartre’nin “Hayatımızın anlamını biz yaratmayız, onu keşfederiz.” fikri, tıpkı korkulan şeyin başa gelmesi gibi bir arzuya gösterilen aşırı ilginin de arzunun gerçekleşmesini engelleyebilmesi, hepimizin asil ya da korkunç şeyler yapma kapasitemizin olduğu ve denklemin neresinde olacağımızı koşulların değil kendi kararlarımızın belirlediği de logoterapinin esas fikirleri sayılabiliyor. Örneğin Frankl, Auschwitz’e geldiğinde kariyerinin çalışmasının müsveddesine el konuluyor, ancak o baştan yazmak güdüsü ile toplama kampında yaşam amacı kazanıyor.
Morita Terapisi
Shoma Morita logoterapinin çıktığı yıllarda Japonya’da kendi terapisini yaratıyor. Psikoterapist olmasının yanı sıra bir Zen budisti olan Morita, hastalarına duygularını kontrol etmeye çalışmadan kabul etmeyi öğretiyor, çünkü duyguları eylemlerinin sonucu olarak oluşuyor. Semptomları ortadan kaldırmıyor, bunun yerine arzularımızı, kaygılarımızı, korkularımızı kabul etmemizi ve onları bırakmamızı öğretiyor. Morita “Morita Theraphy and the True Nature of Anxiety-Based Disorders” kitabında duyguları kabul etmek gerektiğini söylüyor: “Bir dalgadan diğer dalga ile kurtulmaya çalışırsak kendimizi sonsuz bir denizde buluruz.” Ana odaklanmak gerekiyor, terapistin görevi hastanın karakterini geliştirmek olarak görülüyor, “şu anda ne yapmaya ihtiyacım var” mantrasını akılda tutmak ve kendi içimize bakıp ikigaimizi bulmak anahtar.
Bu terapi hastanın herhangi bir dış uyaran olmadan bir odada tecriti ile başlıyor, sessizlik içinde rutin işlerini yapması ile devam ediyor, fiziksel hareket aşamasına geçiyor, son olarak sosyal yaşama ve gerçek dünyaya geri dönüyor. Bu aşamalarda hasta Naikan iç gözlemsel meditasyonunun 3 sorusuna odaklanıyor: X kişisinden ne aldım, X kişisine ne verdim, X kişisine ne gibi sorunlar yaşattım.
İkigaimizi bulmak için gerekenler:
-Akışı yakalamak,
-Dengeli ve bilinçli beslenmek, düşük yoğunluklu egzersiz yapmak,
-Zorluklar karşısında pes etmemek olarak özetleniyor.
Mihaly Csikszentmihalyi’nin “Flow: The Psychology of Optimal Experience” (Akış: Denetim Psikolojisi) kitabında öne sürdüğü gibi akış insanın kendini her şeyden üstün tuttuğu bir etkinliğe kaptırma hali. DePaul üniversitesinden araştırmacı Owen Shaffer’e göre akışı yakalamanın gereklilikleri: yapacağınız şeyi bilmek, bunu nasıl yapacağınızı bilmek, bunu ne kadar iyi yaptığınızı bilmek, nereye gideceğinizi bilmek, belli zorlukları algılamak, belli becerileri algılamak, dikkat dağıtıcılardan uzak durmak olarak belirleniyor. Bu model, kendimizi rahat hissettiğimiz bölgenin biraz dışında kalan ve başarma şansımızın olduğu görevleri üstlenmemizi öneriyor. İdeal olan yeteneklerimizle uyumlu ama biraz zorlayacak orta yolu bulmak. Bu Ernest Hemingway’in “Bazen yazabildiğimden daha iyi yazarım.” demesine benziyor. Net somut bir hedef de önemli.
Boston Consulting Group tarafından yapılan bir çalışmaya göre, patronları hakkında soru sorulan çok uluslu şirket çalışanlarının bir numaralı şikayeti “takım misyonunun net bir şekilde ifade edilmemesi” ve sonuç olarak hedeflerinin ne olduğunu bilmemeleri. MIT Media lab’in müdürü Joi Ito ve Jeff Howe “Whiplash:How to Survive Our Faster Future” (Kamçı: Hızlı Gelecekte Nasıl Hayatta Kalırsınız) kitabında somut hedef gösteren bir pusulanın detaylı bir harita yerine çok daha hızlı ve verimli sonuç vereceğini ifade ediyor. Akışı yakalamak için net bir hedefe sahip olmak önemli, ama işe koyulduğumuzda onu arkamızda nasıl bırakacağımızı da bilmek zorundayız. Kişi madalyayı ailesine gösterdiğinde ne kadar gurur duyacağını düşünürken bir saniyeliğine odağını kaybettiği takdirde, kritik bir anda hata yapması ve yarışı kaybetmesi kaçınılmaz oluyor. Ayrıca, bir tanesini en iyi şekilde yapmaya odaklanmak yerine, tüm enerjimizi işleri değiştirmeye harcıyoruz. Her seferinde bir tanesine yoğunlaşmak akışı yakalamak açısından en önemli unsur olabiliyor. Bunun için de dikkat dağıtıcı ortamlardan uzak durmak, yaptığımız şeyi sürekli kontrol etmek gerekiyor.
Araştırmalar bir seferde birkaç şey üzerinde çalışmanın verimliliği en az yüzde 60 ve IQmuzu en az 10 puan azalttığını gösteriyor. İsveç Çalışma Hayatı ve Sosyal Araştırmalar Konseyi, akıllı telefonlarına bağımlı 20-24 yaşlarında dört bin yetişkinin üzerinde yaptığı araştırmada bu grubun daha az uyuduğunu, okulda akranlarıyla daha az temasa geçtiklerini, depresyon belirtisi gösterdiklerini buluyor. Yazarlar tek bir göreve odaklanmak üzere beynimizi eğitirken uyanık olduğumuz ilk saat ve yatmadan önce son saat ekrana bakmamayı, akışa kapılmadan önce telefonu kapatmayı, haftanın bir günü teknoloji orucu tutmayı, günlük sadece bir ya da iki kez e-postanızı kontrol etmeyi, pomodoro tekniğini denemeyi (25 dakika çalışıp 5 dakika dinlenmek gibi), dikkatin dağıldığını fark ettiğiniz anda meditasyon ya da yürüyüş gibi tekniklerle ana dönmeyi, dikkatin dağılmayacağı bir yerde çalışmayı, her etkinliği ilgili iş gruplarına ayırmayı, rutin görevleri tek seferde yapmayı, zevk alacağınız bir ritüelle çalışmaya başlamayı ve bir ödülle bitirmeyi öneriyor.
Steve Jobs da Japonya’nın zanaatkarlarından, felsefesinden etkilenmiş ve esinlenmiş. Japon zanaatkarlarının ve felsefesinin hatta mutfağının ortak yönü sadelik ve detaylara verilen özen. Bu tembellikten kaynaklı bir sadelik olarak değil, kişinin ikigaisine göre yeni sınırlar arayıp bulan, her zaman bir nesneyi, bedeni ve zihni ya da mutfağı bir sonraki seviyeye çıkaran sofistike bir sadelik olarak tarif ediliyor. “Jiro Dream of Sushi” belgeselinde çıraklardan biri Jiro oldu diyene kadar yıllarca sıkılmadan tamago (ince, hafif, tatlı bir omlet) yapmaya uğraşıyor, çünkü suşi yapmak onun ikigaisi.
Japonya’da akışına kapıldıkları şeyle birleşmek özel bir anlama sahip. Şintoizme’e göre ormanların, ağaçların ve nesnelerin içinde bir kami (ruh ya da tanrı) bulunuyor. Ressam, mühendis ya da şef fark etmez, biri bir şey yaratmaya koyulduğunda üzerine aldığı sorumluluk, yaptığı şeye “yaşam” verirken doğayı kullanmak ve ona saygı duymak. Örneğin zanaatkar nesneyle bir oluyor ve onunla akıyor, seramik yapan biri çamur için aynı şeyi söylüyor. Doğayla bağlantılı Shinto değerinin yitirildiğini söyleyenlerden en önemlisi olan Studio Ghibli’nin prodüktörlüğündeki animasyon filmleri yönetmeni Hayao Miyazaki, tüm filmlerinde insanın, teknolojinin, hayal dünyasının ve doğanın çatışmasını ve filmin sonunda bir araya gelmelerini işliyor. “Spirited Away” filminde en dokunaklı metafor nehirlerin kirliliğini temsil eden çöple kaplı obez bir ruh. Filmlerinde ruhların kişilikleri, ağaçların hisleri, kuşlarla arkadaşlık eden robotlar dikkati çekiyor. İşine bağlılığındaki tutku belgesellere konu oluyor. Aynı şekilde dünyadaki bütün sanatçılar ve bilimcilerin de güçlü ve belirgin bir ikigaiye sahip oldukları, ölene kadar sevdikleri işi yaptıkları bir gerçek. Einstein örneğin ölmeden önce son olarak evrenin güçlerini tek bir teoriyle birleştirmeye çalıştığı bir formül yazıyor.
Peki, çamaşır yıkamak gibi rutin işlerle ilgilendiğinizde bunları da zevkli hale getirmenin bir yolu var mı? Buna mikro akış deniliyor. Bill Gates her gece bulaşık yıkıyor ve bunun onu rahatlattığını ve zihnini berraklaştırdığını söylüyormuş. Kendi başına oluşturduğu bir düzeni takip ederek her gün bunu daha iyi yapmaya çalıştığını söylüyor. Richard Feynman da rutin ofis işlerinden zevk alıyor. Japonlar’ın diğer bir özellikleri günlük geleneklerden zevk almaya odaklanmak ve bunları akışı yakalamak için araç olarak kullanmak. Gelenekler kolayca akışı yakalayabileceğimiz net kurallar ve hedefler veriyor.
Meditasyon zihin kaslarını eğitmenin ve akışı yakalamanın bir yolu. Esas amacı zihni sakinleştirmek, duygu ve düşüncelerimizi gözlemlemek ve dikkatimizi tek bir amaca yoğunlaştırmak olarak tarif ediliyor.
Guinness Rekorlar Kitabının editörü Norris McWhirter’ın 1970te uydurduğu bir terim olan 100 yaşının üzerindeki “süper asırlıkların” Okinawa’da yaşayan örneklerinden hayat felsefelerine dair bilgiler almak istendiğinde, stressiz, mutlu bir yaşam, şükretmek, bedenin ve zihnin meşguliyeti, iyi uyku, alkolden ve hayvansal gıdalardan uzak bir beslenme öne çıkıyor. Uzun yaşamın sırrı emekli olmak yerine, ikigai meşalelerini taşıyan sanatçılarda da dikkati çekiyor. Örneğin 100. yaşına giren ressam Carmen Herrera’nın 89 yaşında sattığı ilk tablosu Tate Modern’in kalıcı koleksiyonları arasında yer alıyor. (12 Şubat 2022de 106 yaşında öldü) 92 yaşında 2015te vefat eden sanatçı Ellsworth Kelly becerileri yaşla birlikte kaybettiğimiz fikrinin efsane olduğunu, çünkü gözlem için daha büyük bir netlik geliştirdiğimizi ileri sürmesi ile hatırlanıyor. 86 yaşında mimar Frank Gehry (1929 doğumlu, Guggenheim Müzesi, Prag Dans Eden Bina) içinde bulunduğunuz zamanla bağlantılı olmayı, anı yaşamayı öneriyor.
Japonlar’a göre mutluluğun ana şartları yapacak bir şey, sevecek biri ve umut edecek bir şey. Okinawa röportajlarını özetleyen kitap, endişelenmemeyi, iyi alışkanlıklar edinmeyi, arkadaşlıkları, acele etmeden yaşamayı, iyimser olmayı ve en önemlisi ne kadar önemsiz görünürse görünsün yaptıkları her şeyde tutkulu olmayı uzun yaşamın sırrı olarak sunuyor.
Kitabın yazarları sözlerini; henüz ikigainizin ne olduğunu bilmiyorsanız göreviniz onu keşfetmek olsun diye tamamlıyor. İkigai kitabının sizden yapmanızı istediği ilk şeylerden biri, büyük veya küçük hedeflerinizi belirlemek. Ne kadar önemsiz görünürse görünsün, tüm hayallerinizi kabul etmeniz önemli. Hatta konu sezgisel beslenme ve egzersizle fiziksel ve meditasyonla zihinsel sağlığınız olduğunda, hedeflerinizden en küçüğü bile uzun vadeli olanlar kadar önemli. Gündelik hayatın koşuşturması içinde çoğu zaman yaşadığımız anı doğru bir şekilde deneyimlemeyi unutuyoruz. İkigai kitabı okuyucuları keyifli aktiviteleri, mutlu oldukları anları ve şimdiki zamanı düşünmeye teşvik ediyor, mutluluğun gerçek sırrının sakin bir ruh hali ve birliktelik duygusunda olduğunu söylüyor.
Özetle, kendinizle ve yaşamınızla barışık olmanız için sizi motive ediyor. İç huzurunuza ve yaşama isteğinize odaklanmanızı sağlıyor.
Kitabı bitirdiğimde gördüm ki ben ikigaimi zaten bulmuşum. Yakından biliyorsunuz #mutluetmutluol. Aslında tüm ilkeleri de benim yaşam biçimi yolumu aydınlatan Kuran’da da var. Yemek alışkanlıkları konusunda bir şey diyemeyeceğim, dünyanın en güzel mutfağı bizde, gelsinler bu felsefeyi Türkiye’de yaşasınlar bakalım. Diğer öğretiler de, felsefeler de kulağa hoş geliyor, uygulanması kolay geliyor ama günün sonunda çoğu insanın psikolojisi ile davranışlarının tahmin edilemezliği ve durumsallığı ile ilgili.. Öğrendim mi kitaptan, öğrendim, kendi yaşam biçimime zarar vermeden kendimi zenginleştirebilir miyim, neden olmasın, hepsini uygulayabilir miyim, orası biraz şüpheli ama kendimi çalışmaktan emekli etmeye niyetim yok:)